29 Ekim 2010 Cuma

Futbolda Boateng istilası

İlk olarak Fm 2008'de, Tottenham Hotspur'u yönetirken dikkatimi çekmişti Kevin-Price Boateng. Daha sonraları kendisi hakkında ufak bir araştırma yapıp kardeşi Jerome Boateg'i öğrenmiştim. O zamanlar ikisininde profili düşüktü ve büyük bir takıma alınabilecek olduklarını sanmıyordum. Daha sonraları geliştirdi bu ikili kendini. Kevin-Price Boateng 1987 Berlin doğumlu. Kardeşi ise 1988 Berlin. Ama aralarındaki fark, değişik pozisyonlarda oynamalarından çok farklı ülkeleri temsil etmelerinden kaynaklanıyor. Hoş ikisi de iyi paralar kazanıp büyük liglerde boy gösteriyorlar ama biri Alman, diğeri Ganalı futbolcu konumunda.

Bir de şöyle bir durum var, iki kardeş milli takımlara çağrıldıklarında ne anneyi ne de babayı kırmışlar. Biri anne kuzusu biri de baba hayranı belki de.

Diğer taraftan benim dikkatimi çeken önemli bir şeyse, Dünya futbolunda ne kadar çok Boateng varmış arkadaş!



28 Ekim 2010 Perşembe

Pep'izm?

Frank Rijkaard'ın Galatasaray'dan gidişi ile Barcelona'dan gidişi arasında bir takım benzerlikler bulmuştum. Daha önceki yazımda da bunu belirtmiştim.
Bu konuda tam anlamıyla birebir örtüşme olmasa da ciddi bir benzerlik olduğunu söyleyebilirim. Pep geldiğinde Barça'da, Frank Rijkaard'ın kaldırdığı bir çok şeyi geri getirmişti. Bunların başında, maç öncesi kamp, maç sonrası takım otobüsüyle antreman sahasına geri dönme (Florya'ya değil de eve gidiyorlardı) gibi kritik ama Frank'in de kendince haklı olduğu kurallardı bunlar. Rijkaard'a göre, maç öncesi kamp yapıldığında futbolcu uyumuyor, PS oynuyor, telefonla konuşuyor ertesi güne de verimsiz oluyordu. Bu bir bahane miydi? Hala bilmiyorum.

Pep ise gelir gelmez, takım otobüsünü baş tacı etmiş, kamp yapmayı geri getirmiş, takım yemeklerine ayrıca önem vermiş.Hatta, üst üste dört galibiyet alınırsa takıma en pahalı yerlerde yemek ısmarlayacağı vaadinde bulunmuş ve de vaadi gerçekleştirmiş. Futbolcuların, uyku düzenlerinden tutun da yedikleri her şeye karışan bir hocaydı o. Deco, Ronaldinho gibi süper yıldızları takımdan gönderebilen bir adam.

Gelelim Hagi'ye, henüz kimseyi göndermedi. Kimseyi kadro dışı bırakmadı. Ama geldiği ilk günden beri Pep'in uyguladığı kuralları uyguluyor. Pep kuralları değil ama Hagi kuralları adı altında da hiç bir yere yansıdığı da yok. Tip olarak Fatih Terim tarzında olmadıklarından mıdır nedir, medyada kendileri hakkında "sert hoca" yakıştırması yok. Diğer taraftan, Bülent Abi; Pep vs Bülent Korkmaz diyordu. Ben değiştirdim; Pep vs Hagi.

Bir Zaytung Haberi

Kasımpaşaspor, Sırasıyla Güvenç Kurtar, Samet Aybaba, Hikmet Karaman, Ziya Doğan ve Tekrar Yılmaz Vural Dönemine Hazırlanıyor

 

 

Ligin başlaması ile beraber üst üste başarısız sonuçlar alan Kasımpaşaspor'da teknik heyet ile ilgili spekülasyonlar artmaya devam ederken, kulübe yakın kaynaklardan gelen bilgiler yönetimin büyük bir operasyon hazırlığında olduğunu gösteriyor. Yerel bir gazete olan Kasımpaşa Ekspres'in haberine göre; Yılmaz Vural ile yollarını ayırmaya hazırlanan Kasımpaşaspor'da teknik direktörlük koltuğuna sezon sonuna kadar sırasıyla Güvenç Kurtar, Samet Aybaba, Hikmet Karaman, Ziya Doğan ve en son tekrar Yılmaz Vural oturtulacak. 


                                                                 *             *            *

Seviyorum Zaytung'u güzel tespitler yapıyorlar. İlk başlarda "Onion" okumayı tercih ediyordum. Zaytung zamanla kendini geliştirdi ve güzelleşti.
http://www.zaytung.com/haberdetay.asp?newsid=52727

27 Ekim 2010 Çarşamba

Az kaldı

Stadın adı ne olursa olsun; içinde oynayacak olanlara bakmak lazım. Zaten İnönü Stadında daha önce Galatasaray da oynuyordu. Bu stadı daha az Beşiktaş'lı mı yapıyordu?
Aslantepe, Seyrantepe, Türk Telekom Arena, Yeni Ali Sami Yen vs. vs... Çok da önemli değil ne ismi olduğu. Stada baktığımda "bizim" diyebilmeli bir Galatasaray'lı. Yeşeren çimleri görünce hadi çabuk yeşertin sahaya çıkmak istiyorum demeli. Tribünlerde oturup hangi tezahüratı söyleyeceğini şimdiden hayal etmeli bir Galatasaray'lı.




Stat bitmedi, yok rötar yaptı, yok yüklenici firmanın sahibi boşandı gibi şeylerle üzüldük durduk hep. Ama geçti artık, en yakın zamanda stada ayak basmak, her koltuğuna ayrı ayrı oturup ayrı ayrı heyecan yaşamak istiyorum.






Bütün bunlar bir kenarda dursun, genellikle tavanı tam olarak açılıp kapanmayan(ki bizimki öyle olacaktı en başında ama çok daha uzun sürer diye yapmadılar) statlarda çimlerin güneşlenme ve hava almasında sorunlar yaşanıyordu. Özellikle, arena tarzındaki stadyumlarda bu sorun vardı. Şimdi bizimki de bir arena ama tribünlerin hemen üstlerinde rüzgar alması için geniş boşluklar bırakılmış. Umarım, ilerde çimlerle ilgili bir sorun çıkmaz. Biliyorum ki, abuk sabuk bir maçın yenilgisine fatura çimlere kesilecektir bir gün!

26 Ekim 2010 Salı

Win 7' ye geçmek

Bilgisayarla tanışmam, Win 95 ileydi. Daha sonra 98 geldiğinde heyecanlanmıştım. Şimdilerde bir çocuğa 98 geldiği için heyecanlandım desem güler. Ama bilmez ki o zamanlarda bizim için büyük bir şeydi bu. Xp,  Nt, 2000 falan derken, Vista ve Win 7 çıktı karşımıza. Vista geliyor dendiğinde "98 geliyor" etkisi yapamamıştı bende. O zamanlarda şimdiki gibi sneak peak gösterme de yoktu. Tek hatırladığım, 95'ten daha hızlı çalışıyor manasında takla atan bir kadın. Sanırım o zamanların bir reklam filmi gibi bir şeydi.




Evet, sonunda beklenen ama kimseye söylenmeyen son geldi. Xp resmen öldürüldü. İllegal olarak piyasada var olur yine diye düşünüyorum ama bir zaman sonra da "illegal" olması bir şeyi değiştirmeyecek. Çünkü yeni model oyunlar geliyor ve bu oyunları oynatabilmek için Win 7 yüklenmeli. Directx 11 ile çalışan yeni model oyunların 2011'de gelmesi bekleniyor. Haliyle yeni oyunları oynamak için eskisine hoşçakal demek gerek.

Biraz zor olacak ama alışmıştık be!

Andy Warhol esintileri ya da pop art

İnternette (ilk zamanlardaki deyimiyle) "surf" yaparken rastladım bir siteye,
Britanya menşeili bu site, favori yıldızların pop art çalışmasını yapıyor, boyut belirleyip sipariş veriyorsunuz, hazır oluyor. Yalnız, film yıldızları falan değil herşey var. Hatta insanlar kendi fotoğraflarını göndermişler, "pop art" eyleyin diye.



İyi her şey hoş da, o fiyatlar ne öyle? Yüzlerce "pound" bayılmaya gerek yok, yabancı hayranlığına da! Bizim reklamcılar ne diye duruyor? Kendi fotoğrafımı koyar, bastırırım en güzelinden. 65 pound (150 TL eder bu) vermeye ne gerek? Yarı fiyatına en kralını basarlar burada.




Bu arada Andy Warhol gibi bir adam popülaritenin bu kadar çok önem kazanacağını biliyor muydu?

25 Ekim 2010 Pazartesi

Eskilerden bir parça

Fazla söze gerek yok. Bilen bilir, Joe Cocker'dan Unchain my heart!

Kadıköy dönüşü

10 yıldır Galatasaray, Kadıköy'de Fenerbahçe'yi yenemiyor; gol üstüne gol yiyip yiyip geliyordu. Bu sefer yemedi. Üstelik ilk dakikalardan itibaren Araplara satılan Keita'nın yedeği bile olamaz dediğimiz adam, sert şutlar atmış 3 net pozisyon bulmuştu.Tabi ki büyük bir başarı değil bu. Dışardan bakanlar için sade bir beraberlik aslında. Ama Galatasaray'ın içinden bakınca öyle değil. Mehteran takımı gibi 2 ileri 1 geri giden dengesizleşen takım; teknik direktörünü değiştirmiş, hazırlık maçı bile yapamadan Spor Toto Süper Lig'de herkesin heyecanla sonucunu beklediği maça çıkmış ve bundan beraberlik almış.

Pino, Gökhan Gönül, Lucas Neill ve Sabri(!) maçta dikkatimi çekenler oldu.
Kanat oyuncusu olarak herhangi bir Anadolu takımın kanat oyuncusuyla mukayese hatta ikame edilebilir dediğimiz kişi, benim gibi bir çok kişiyi yanıltmıştır. Forvet olarak oynadığında daha tehlikeliydi.
Gökhan Gönül ise, Fenerbahçe'nin sahip olduğu en iyi adamlardandır. Gönülden oynuyor. İstikrarını koruması da cabası.
Lucas Neill ise, yaptığı sert savunma nedeniyle iki sartı ve de kırmızıyı hak etmişti. Yalnız Niang'ı savunmayı da yerinde yaptı. Lugano'dan bahsetmezsek olmaz; sarıdan sonra hakeme kafa atacak durumu gelmesi, rakip oyuncuları sakatlarcasına faüller yapması ( bunu sadece Galatasaray maçında değil her maçta yapıyor) nedeniyle her maç ayrı kırmızısı var.

Misimovic'i, az çok tanıyoruz. Ama maçta varlığını hissedemedik. Pas hataları Sabri'yi arattı.
Üstelik oyundan çıkınca yerine gelecek adam yoktu. Saç baş yolduran 'Modern Apaçi' Galatasaray'a reva mı?
Sabri, ise tek kelimeyle daha fazla gelişmez. Bu kadar. Hızı var, durumunu kurtarıyor. Maç içindeki durumu ise bambaşka bir şey. Topu dağlara taşlara atmasına alıştım da sürekli geriye dönmesine alışamadım. Önündeki adama pas verse atak gelişecek, gidiyor kaleciye dönüyor. Uyuz oluyorum. Sırf onun bu geri dönmeleri nedeniyle oyun düşüyor, zaman kaybı yaşanıyor.

Galatasaray, malum. Hoca değiştirdi. Rijkaard'ın gitmesine sebebiyet veren kişiler ise bu maçta deliler gibi oynadı.Maske falan da hikaye! Yalnız, bu maçta takımı yöneten Hagi değil Tugay Kerimoğlu'ydu. Hagi'nin geldiği günden beri takımı tanıyacak, Fenerbahçe'yi analiz edecek bir zamanı yoktu.Hagi, hoca olarak ikinci kez Galatasaray'a dönene kadar kurduğu futbol akedemisinin başındaydı.
Academia De Fotbal Gheorghe Hagi
 
  Kısıtlı bir zaman diliminde, ona konuları 'özet geçen' Tugay, antremana çıktığında kimin ne olduğunu bir anda anlayabilecek bir Hagi; elindekileri iyi değerlendirdi. Maç esnasında da Tugay'ın elindeki defterde bir maç planı vardı. Onu oyunculara anlatıyordu. Planı kimin yaptığı belli değilse de, anlayabildiğim kadarıyla ortak bir çalışmaydı. Hagi de Tugay da biliyordu. Hagi, ver bakayım ne yazıyor tarzında bir bakış bile atmadı. Bu birlikte çalışılmış bir taktikti.

Maç bitti, yankıları da yakında biter. Teknik ekip, zor işi halleti gibi görünse de asıl zor şimdi başlıyor. Bu yaşanılanlar sadece, teknik ekibe biraz daha zaman biraz daha kredi sağladı.
Florya'daki futbolcular bir takım haline gelecek mi? Birbirleriyle uyum içinde çalışacaklar mı? Özlemini çektiğimiz güzel ve hücüm futbolu geri dönecek mi?

24 Ekim 2010 Pazar

Rijkaard - Hagi - Servet

Frank Rijkaard, küme düşen takımın başından dünya devi Barcelona'ya getirildiğinde büyük yaygara kopmuştu. José Mourinho, onun için futbolculuk kariyene bir şey diyemem ama teknik direktörlük kariyeri koca bir hiç demişti.Aradan zaman geçti, Frank Rijkaard, Barcelona taraftarının aklındaki soru işaretlerini aldı, yerine bir başkalarını koydu. Sistem oturtmada sürekli sorun yaşadı. Yalnız sorunlarla boğuşurken, yeni yıldızlar kazandırdı takıma. Edgar Davids Barça'ya onun zamanında gelmişti. Messi, onun zamanında çıktı. Giovanni Dos Santos'u ilk defa o zamanlar duyduk.

Frank Rijkaard, klasik 4-3-3 de denedi takımına 4-2-3-1 de. Bir türlü tam olarak istediğini yapamadı. Ama bunlar olurken, total futbol devrimi yapma derdinde değildi. Zaten yapılmış bir şeyi sürdürülebilir yapma derdindeydi.



Barça'da 2 La Liga, Şampiyonlar Ligi Şampiyonluğu ve 1 Süper kupa kazanan Frank, takımdaki son zamanlarında bazı futbolcularla sorun yaşamıştı. Ronaldinho bu sorun yaşanılan futbolcuların başında geliyordu.
Ayrıca takım o kadar çok bireysel yıldızlardan kuruluydu ki, her bir oyuncu ayrı ayrı röportaj veriyor, reklam çekimlerine gidiyordu. Zaten kampa karşı olan Rijkaard, takıma doğru düzgün antreman yaptıramıyordu.

Frank Rijkaard gitti. Eski futbolcuları, Pep Guardiola takımın başına geçtiğinde Ronaldinho, Deco takımdan gönderilmişti. Ronaldinho, Milan'a, Deco, Chelsea'ye...
Takımdaki kangrenler kesip atılmış, yeni iskelet genç oyuncular üzerine kurulmuştu. Pep geldiğinde, takım sezonda 6 da 6 yaptı.


Frank, 1 sene teknik direktörlük yapmadı. Daha uzun bir süre de kafa dinlemek istediğini söylüyordu. Gelen tekliflere hangi klüpten gelirse gelsin, nazikçe reddediyordu. Bir gün, uzun saçlı bir adam ne yaptı ne etti Frank Rijkaard'ı ikna etti.

Haberi Türkiye'ye geldiğinde Galatasaray camiası bayram içindeydi. Türk taraftarlar Galatasaray artık Barcelona olur diyorlardı. Oldu, ama umdukları gibi değil.

Tarih tekerrürden ibaret derler ya, ha işte; Frank'i istifa ettiren Ronaldinho; reenkarnasyona uğramış adı Servet olmuştu. O gidince yerine klübün içinden biri Pep gelmişti. Şimdi Galatasaray'ın başına klubün içinden biri geldi Hagi.

Merakla bekleniyor lig arası. Hagi takımdan kangren dediklerimizi kesip atacak mıydı?
Galatasaray gerçekten Barcelona olacak mıydı?

22 Ekim 2010 Cuma

Aslında...

Çok sevdiğim, yaratıcı işleri içinde bulunduran bobiler.org (aslında örg) başlığı.
Başlığa konu olan ise, Megan Fox.
Dünyanın tanıdığı bir kadın. Eminim çok kişinin rüyalarını süslüyordur.
Ama bu rüyayı biraz bozsam mı?

Buyrun, Megan Fox aslında bu çocuk.



Bu da gençlik zamanları,


İlk fotoğrafta benim dikkatimi Megan'ın dişleri ve kaşları çekti.
Biraz büyüdüğünde ilk yaptığı şey herhalde kaşlarını aldırmak olmuştur.

Şimdilerde ise, biliyorsunuz tabi fotoğraf vermeye gerek ama olsun;




Bir filmle fark ettiğim hastalık

Filmlerden film seçmekte zorlanan ben seçimi rastgele yapıyor artık.
Bu akşam da öyle yaptım. Rastgele bir film seçtim ve izlemeye koyuldum. Star Wars ve Indiana Jones filmlerinden tanıdığım sevdiğim bir adam da oynuyordu. Brendan Fraser başrolündeydi. Hikaye bilindik değil. Ama insancıl.

Hikayesi ise beni asıl üzen,düşündüren. Genetik bir hastalık olan Pompe hastalığı yaşayan iki çocuğa sahip bir babanın çocuklarını iyileştirme çabasını anlatıyor.
Böyle bir hastalık olduğunu bile bilmiyordum. Öğrendiğimde çok üzüldüm. Babanın yaptıkları ise iş ve ahlak arasında gidip gelse de o bütün her şeyini çocuklarına adamış olması yeter. Kesinlikle takdire şayan bir hayat.




Pompe hastalığı olan insanlar genelde 9 yaşına geldiklerinde, vucütlarındaki kasların gelişememesi ve buna karşın organ büyümelerini doğal olarak yaşamaları nedeniyle ölüyorlar.
Öğrendiğime göre baba John Crowley, çocuklarının ölmemesi için çok şey yapmış.
Daha önceden bu hastalık için bir ilaç yokken şimdilerde var ve yeni doğan bebeklerde bu hastalık görüldüğünde bu bulunmasını sağladığı ilaç sayesinde hastaları yürüyebilir hale getirmiş.
Yalnızca bu aile değil tabi bu hastalıkla uğraşan. Bir sürü aile var.